Avrupa siyasetinde 'merkez' sarsılıyor: Romanya seçimi aşırı sağın yükselişine karşı bir direnç oldu ama tehlike geçmiş eğil

PAYLAŞ
Avrupa siyasetinde 'merkez' sarsılıyor: Romanya seçimi aşırı sağın yükselişine karşı bir direnç oldu ama tehlike geçmiş eğil

Financial Times'ın haberine göre Romanya'da geçen hafta gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri, Avrupa'nın genel siyasi eğilimleri açısından dikkatle izlenmesi gereken bir sınav niteliğindeydi. Bükreş Belediye Başkanı ve açık şekilde Avrupa Birliği yanlısı çizgide duran Nicuşor Dan, sandıktan zaferle çıktı. Seçim yarışında Dan'ın en güçlü rakibi, radikal milliyetçi görüşleriyle tanınan ve geçmişinde futbol holiganlığı geçmişi bulunan George Simion'du. Simion’un, Moldova ve Ukrayna gibi komşu ülkelere girişinin yasaklı olması, Avrupa’nın siyasi ana akımlarının neden bu figürü tehdit olarak gördüğünü açıklamak için yeterli bir örnek olarak öne çıkıyor.

Seçimi kaybetmesine rağmen Simion'un yüzde 46 gibi hatırı sayılır bir oy oranına ulaşması, ülkedeki siyasi gerilimin ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor. Avrupa liderlerinin kutlamaları arasında yer alan Dan’ın zaferi, Romanya’nın Soğuk Savaş sonrası çizdiği Batı yanlısı rota üzerindeki kararlılığını koruduğunu gösteriyor. Ancak bu kazanım, uzun vadeli istikrar açısından garanti anlamına gelmiyor. Dan’ın reformist bir hükümet kurmakta başarısız olması hâlinde, Simion’un liderliğini yaptığı AUR partisi, parlamentodaki gücü ve sokaktaki desteğiyle önümüzdeki dönemde yeniden sahneye çıkabilir. Mevcut ekonomik zorluklar, kemer sıkma önlemleri ve halka güven vermeyen geleneksel partilerin yıpranmışlığı, bu yükselişi besleyecek başlıca faktörler arasında yer alıyor.

Romanya’daki bu gelişme, Avrupa genelindeki sağ-popülist dalganın bir parçası. Son dönemde aşırı sağcı ve milliyetçi popülist partiler Avrupa’nın dört bir yanında güç kazandı. Avusturya’da Özgürlük Partisi’nin seçim zaferi, Almanya’da AfD’nin muhalefet liderliğine yükselmesi, Hollanda’da Geert Wilders’ın partisinin seçimleri kazanması ve İtalya’da Giorgia Meloni’nin liderliğindeki milliyetçi-muhafazakâr hükümetin iktidarını sürdürmesi, kıtadaki siyasi manzaranın hızla değiştiğini gösteriyor. Bu partilerin çoğu, göçmen karşıtı politikaları ve Batı’nın liberal demokratik normlarına karşı mesafeli duruşlarıyla dikkat çekiyor. Trump yanlısı söylemler ya da komplocu yaklaşımlar, Avrupa seçmeni nezdinde Kanada veya Avustralya’da olduğundan çok daha kabul gören argümanlara dönüşmüş durumda.

Avrupa için bir diğer önemli sınav ise Polonya’da yaşanacak. Gelecek pazar günü yapılacak olan başkanlık seçimlerinin ikinci turunda, milliyetçi muhafazakâr çizgideki Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) adayı Karol Nawrocki ile merkez sağdan gelen mevcut Varşova Belediye Başkanı Rafał Trzaskowski yarışacak. Nawrocki’nin galip gelmesi, önceki Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’nın izinden giderek koalisyon hükümetinin bağımsız yargı ve demokratik reform çabalarını engellemesi ihtimalini artırıyor. Bu da ülke yönetiminde yeni bir kriz riskini beraberinde getirebilir.

Polonya’daki bir diğer dikkat çekici unsur, radikal sağ çizgide yer alan ve PiS'i bile yeterince sistem karşıtı bulmayan bazı adayların ilk turda birlikte yüzde 21 oranında oy alması oldu. Bu durum, Avusturya’daki FPÖ ya da Almanya’daki AfD gibi partilerin sert söylemlerinin bazı seçmen kitleleri için itici olmaktan çok çekici hâle geldiğini gösteriyor. Özellikle AfD’nin göçmenlerin ve hatta vatandaş olmuş bireylerin ülkeden “geri gönderilmesi” çağrısı yaptığı bir dönemde bile ikinci büyük parti konumuna gelmesi, kıtada sağ popülizmin geldiği noktayı gözler önüne seriyor.

FT'ye göre bir kesim, bu tarz partilerin iktidar sorumluluğunu paylaşmalarının onları ehlileştireceğini düşünüyor. İskandinav ülkelerinde bu model kısmen işe yaramış olsa da Avusturya gibi örnekler bunun tersini gösteriyor. FPÖ’nün lideri Herbert Kickl gibi figürler ya da AfD’nin sert kanadı, ana akım partilerle ittifak içinde olsalar bile demokratik değerlerle bağdaşmayan bir çizgide ısrar ediyor. Bu durum, bu tür partilerin sistem içinde kontrol altına alınabileceği yönündeki beklentileri boşa çıkarıyor.

Avrupa’nın merkez sağ partileri ise çözüm arayışında sıklıkla aşırı sağın söylemlerini ödünç alarak onu taklit etme yoluna gidiyor. Ancak seçmen nezdinde bu strateji çoğu zaman işe yaramıyor. Retorikte benzerlik gösteren ama eylemde zayıf kalan merkez partiler yerine seçmenler çoğunlukla orijinali tercih ediyor. Bu eğilim, kontrolsüz göç, güvenlik ve yaşam pahalılığı gibi alanlarda net politikalar sunamayan merkez partilerin kendi tabanlarını da kaybetmelerine yol açabiliyor.

Pandemi, yüksek enflasyon ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi krizler, Avrupa'da anti-kurumsal tepkileri körükledi. Halk arasında kurulu düzene karşı bir öfke birikmiş durumda. Sosyal medyanın kutuplaştırıcı etkisiyle güçlenen popülist hareketler, basitleştirilmiş mesajlar, düşmanlaştırıcı söylemler ve duygusal mobilizasyon sayesinde toplumun geniş kesimlerine ulaşmayı başarıyor.

Bu noktada, Avrupa’daki ana akım merkez partilerin kendilerini yeniden inşa etmeleri gerektiği ortada. Daha cesur, görünür ve etkili politikalar üretmeden, kamuoyunun ihtiyaçlarını karşılayacak ikna edici kişilikler çıkarmadan bu değişime direnç göstermek mümkün olmayacak. Siyasette merkezî çizgide konumlanan partiler bu dönüşümü başaramazsa, bugün ikinci sırada olan sağ-popülist aktörler, bir sonraki seçimde Avrupa’nın birçok ülkesinde yönetimi devralabilir.